27 Şubat 2010 Cumartesi

Ommepati

Kültür ve onun insanın beynini saran ahtapot kolları, popülerizm. Popülerizm, kendi başlı başına bir ahtapot sayılır. İnsanlar bildiği veya bilmediği bir şeyi nasıl oluyor da algılıyorlar. Bilgi, kuşkusuz dünyadaki en önemli silah. Bunu silah olarak görmek, canlıların hayata bakış açısıyla ilgili. Bilgi ve tecrübe… Hayvanlarda bile bunun örneği rahat bir biçimde gözüküyor. Ama bu örnek kendini “yaşamak için” ortaya atıyor. Aynı zamanda “yaşatmak için”. Yaşatmanın duygusal gerekçeleri olabilir. Bir şeye değer vermek, onu her şeyin üstünde görmek, her şeyin ne olduğunu bilmeden bildiğin şeylere değer vermek. Dil gibi, kültür gibi, insanlar gibi… O kadar çok idol var ki hangisi olduğuna özgür iradeli insanlar, kendi leyhlerine göre karar verebilirler.


Popüler yayılımlar kendini her tür dalda belli ederler. Ona “popüler” ismini koyduran, her dilde harflerin insan algılamasıyla kusursuzmuş gibi gösterip yayılmasını sağlayan, kültürlerin gerçek temelini oluşturan. Her zaman algılanan bir şeyin zincirleme anlatma,uygulama ve tepki durumlarıyla gelişmesini sağlayan. Kimse farkında olmadan “doğru” ve “yanlış”‘ı doğuran. Gelişme ve geliştirme ile gelişen. Kısaca, kültürü oluşturan ve yok eden tamamen insan. Ama bu konuda sadece insanlar değil bütün evren var. İnsanlar için her şeyi anlamlandıran ve hayal etme güçlüğünün bilinçsizce kullanılarak “ommepati” kurduran şey, onu asla kusursuz kılmaz. (Bu arada, ommepati diye bir kelime dünya literatüründe olmadığı için bu kelimeyi şimdilik ben yaratıyorum. Kimsenin bana yayılan popülerizm’in bana engel olduğunu savunmadan dinsel ve dilsel gerekçeler bile anlatamaz. Ne kadar çok insan kabul ederse o kadar yayılır mentalitesiyle devam ettiği için… Kuralları olur veya olmaz. Felsefesi vardır yada yoktur. Çünkü, insanlar anlayabildiklerini mi onaylarlar yoksa, algıladıklarını mı?. Tartışmaya açık bir konu…) Yaratıcılığın örnekleri, ommepati ile daha dikkat çekici ve hırslı olabilir. Zamanın olmadığı yerde insanların yaptığı eylemler duyusal olarak odak noktası haline geldiyse, o evrende zaten bir anlık düşünülen şey ve düşünen olduğunu fark edersiniz. Ama sadece bizlerin değil, mesela nesnelerinde olduğunu ama aslında fiziksel olarak olmayıp hayal edilerek var olduğunda da paradoks’un gerçekten ne demek olduğunu algılarsınız. Ama anlarsanız gerçek cevabını bulmamışsınız demektir… Belki “doğru” ve “yanlış”’ın tamamen insan icadı olduğunu varsayarsak. Neden olmasın?


Bundan sonra canlıların birbiriyle ommepati yapması gerekiyor. Her şey için neyin en mükemmel olduğunu ve olacağını. Gelecek zaman’a giden ince yolda zamanın değerini, canlıların değerini, evrenin değerini bilmek gerekli. Ama bir taraftan bilmemek gerekiyor. Gerçek ommepati’yi öğrendiğimizde bunları düşünmemiz gerekecek. Çünkü düşündüklerimiz zaten ommepati olacak…

...

Dünyadaki savaşlara duygusal bir bakış açısıyla gözlem yaptıktan sonra “savaşa hayır” diyebiliriz. Ama bu konuya mantıklı bir biçimde bakarak savaşa hayır dersek o zaman ne olur ? Sonuç birkaç milyar ihtimal dışında yine aynı. Bu ihtimaller, insan zekasındaki psikolojik etkiler altında kalarak bilinç altının kendi kendini sorgulamasıyla çoğalabilir. Ancak insanlar binlerce yıldır bu sorgulamanın cevabını bulamamış olacaklar ki hala savaşıyorlar ve nedense bilinçaltlarını sorgulamaya korkuyorlar. Bu korkuda sürüngen zekasının bir ürünü. Savaşların uygarlıklara ekonomik, siyasi ve güç olarak yararı olabilir. Ama bu kesinlikle insanlar için değil! Sadece sürüngen zekası bu savaşın ödülünü alıyor. Ve her zaman sürüngen zekası bu savaşları kazanacaktır.

Günümüzdeki savaşlarda her şey zor gibi gözüken çok basit bir kurgu üzerine yerleştirilmiş. Ve her zaman olduğu gibi sonuç bazı toplumlarca ve üst seviyeleri tarafından iyi algılanan bir felaket . Tabii bunun etkisi aylarca beklide yıllarca sonra hissediliyor. Dünya nüfusunun seviyesinin dengesiz olması beklide savaşların olmasındaki tek gizli neden olabilir. Amaç her zamanki gibi kaynak ve gelecek zamanlara yatırım. Peki bu yatırımın sonucu neden değişmek yerine gelişiyor ? Bu gelişim kendini insanların organik değişimi altında gizlemeyi başarsa bile teknolojik gelişim bu durumu ortaya koyuyor. Bu organik ve mekanik (sanayi) evrimi asla geri dönülemez bir hata ve başarı olarak insanların yatırım zincirini koruyor. Buradaki eşit olmayan denge , dünya nüfusu ile kendini gösteriyor. Bu zincir kırıldığı zaman insanlar kendilerinin ne olduğunu anlayacaklardır. Bunun için binlerce yıl gerekmiyor, sadece bütün insanlar durup gözlemlerini kendi beyinlerine yoğunlaştırmalılar. Belki insanları neyin kontrol ettiğini anlayarak sonucun ne tür bir felakete gittiğini görürler. Çok basit ve ütopik bir örnekle bunu açıklayabilirler. Mesela, Dünyayı ve bütün insanoğlunu tehdit eden bir durum ortada olsa büyük bir oran kendini ve sanayi gücünü düşünecektir. Eğer bu oran küçülürse dünyaya olan bakış açımız büyük oranda değişecek ve zinciri doğru ihtimaller üzerine kurmanın yaratacağı kaotik yapıya en uç ve en mükemmel hamleyle katılarak oyunu insanların lehine çevirmeyi başaracağız. Şayet bu da olmazsa “canın sağ olsun” kültüründen ve “tipik tembel insan” tablosundan bir an önce uzaklaşmayı öneriyorum. Bakalım bu eşsiz satranç oyunu kim kazanacak, insan beyni mi yoksa mevcut kozumuz olan sürüngen beyni mi?

Insan...

İnsanlar, popüler kültür’ün ve dünyayı tedvir eden siyasi-ekonomik değişimlerin etkisinde kalarak gerçek toplum anlayışından kopuyor ve kültürel miraslarını farkında olmadan kaybediyorlar. Kendi dilini kaybeden bir toplumu düşünelim. Gerçek kültürünü ve tarihini kaybeden toplumlar mutlaka kendi ülkelerinin yok olmasındaki tek sebep olurlar. Bu konuya duygusal-zekâ ile baktığımızda gerçek milliyetçiliğin ve dil sevgisinin ne kadar önemli olduğunu görürüz. Ama mantık çerçevesinde incelersek dil’in insan zekâsının ve evriminin en büyük yaratıcılık örneği olduğunu biliyoruz. Dil, Kültür’ün ve uygarlıkların temelini oluşturur. Konuyu Evrim teorisinin doğrultusunda incelediğimizde, günümüzde devam eden düşünsel gelişme’nin asla geriye dönmeyeceğini bildiğimiz için, gelecek zamanki toplumlara kültürel mirası bırakacak toplum’un kültürel yapısından ve zekâ seviyesinden emin olmamız gerekiyor. Toplumu oluşturan bireyler kendi uygarlıklarının bir gölgesi olmaktansa o uygarlığın bir parçası olmalıdır.

İnsanoğlu’nun dünya da hüküm sürmeye başladığı dönemlerde artık prehistorik çağ mantığını aşan düşünce sistemi, yarattığı kültürel, ekonomik ve bilinç-altı sömürgesi sistemiyle birlikte dillerin yayılmasındaki önemli toplumsal vakaları oluşturmuştur. Bunlar “reptil (sürüngen) beyin”in tehlikeli yapısının insana nasıl işlediğinin en önemli (tarihsel) göstergesi olmuştur. Dil ve kültür’ü insan zekâsının ve reptil beyinin oluşturduğu bir miras, insan ise evrenin kaotik yapısının yarattığı müthiş bir organik yapı zinciri olarak algılamalıyız. Belki insanlık tarihi bu inanılmaz yaratıcılık sitemiyle oluşmuştur. Ve biz bu zincirin bir parçası olarak bu evrimi sürdürüyoruz. Ama ikinci bir alternatif olarak insanların yarattığı inanışa göre Tanrı’nın temennisi ile bütün hayat zincirinin oluştuğu. Bu iki seçeneği de birer mantık hatası olarak değerlendirebilir ya da doğru bir düşünce sistemi olarak görebiliriz. Ancak gerçek kültür aslında insanın her zamanki düşüncesi ve üretici zekâsıdır ve bunu sadece zamanın getirdiği değer kavramı belirtir. Bunun aksi ise gerçek toplumu oluşturmayan hoş ve bir o kadar da boş şahısları temsil eder. Bunun topluluktaki gerçek oranı bir beyinin fikir üretme oranına eşit olsa sadece birkaç ülkeden bahsederdik. Nitekim bu oranın gerçekliğini ülkemizdeki insanlarda düşünürsek kültürümüzü ve dilimiz daha ne kadar savunacağımıza karar vermemizi şiddetle öneririm. Dilimizin sömürülmesi ve kayıp olması popüler kültür’ün sayesinde zamanla hızlanıyor. Yeni nesillerin duygusal-zekâ’larını yanlış yönlendirmeleri ile eğitimlerinin yetersiz olması birleşince ortaya toplumsal yozlaşmaya yüz tutan bir ülke tablosu çıkıyor.

Evrim devam ettiği sürece yeni uygarlıklar ve diller olacaktır, ama hiçbiri gerçek kültürlerinin yaşadığı dönemi algılamayacaklar ve yok olacaklardır. Rastlantılarla dolu bir evrende her şeyin olma ihtimalini varsayarsak, insanların hayattaki yaptıkları her hamle, o düzenin gerçek parçası olmayan düşünsel rastlantıların yarattığı ihtimaller zincirine dahil olur. Belki bu ihtimaller milyarlarca olabilir, ama en isabetli olan hamle o insanların fikirlerindeki yapıyı olumlu olarak değiştirecektir. Ve o zaman “gerçek kültür”ün ve “gerçek İnsan”ın değerini keşfedebiliriz. Şunu unutmamalıyız ki insanlar reptil bir beyine sahiptir ve o her zaman faal durumdadır. Tıpkı İnsanoğlu gibi….

26 Şubat 2010 Cuma

Kuantum?

Kuantum, yaşamın ihtimaller üzerine olduğunu anlatmak ister. Ama nedense herkes bu durumdan kaçınır. Yaşarken yaptığımız her eylem bir olasılıktır. Bu olasılıklar boyu ve eni sezilemeyen bir evrende plazma’nın trilyonda bir ini bulmak gibidir. Ama bu örnek bile yanında plazma’nın trilyonda bir i gibi kalır. Aslında anlatılması gereken şudur; bütün insanlar Kuantum Mantığı ile yaşasaydı, İnsanlar her ihtimalin içinden en pozitif olanı seçecekti. Alınan her pozitif karar, negatif olanların çıkma olasılığını düşüreceği gibi, pozitif kararların çoğunluğu her şeyin “En” lerini bulunacağı bir evren yaratacak, insanlar (hatta canlılar)için dünya daha yaşanabilir bir hale gelecekti.


Dünyada geçmişte, şimdi ve ilerde olacak her şey ihtimaller ile ilerliyor. Bunların arasında iyiler de var kötüler de. Ama bunu iki seçenek altında incelemek olmaz. Bu basit ve bir doğrudaki olasılıklar gibidir.
(iyi ----- kötü ,gibi) Buradaki çizgi de sonsuz diyebileceğiniz sayılarla olasılık oluşturabilirsiniz.


Kuantum’un hayatımızın bir parçası olduğunu insanlara eğitim sayesinde gösterebiliriz. Belki bir gün insanların tümü bu mantığı kavrayacak ve Savaş, Ekonomi, Kültür, Mutluluk gibi metaforlardan uzak duracaklar. Şimdi “keşke” diyenler bir daha “keşke” deme zahmetinde bulunmayacaklar. Keşke insanlar Kuantum Mantığı ile düşünselerdi.

Bazı kesimden gelen ses titreşimleri, “Ayol! Bu ne biçim mevzu!!!” :)

22 Şubat 2010 Pazartesi

.


Bir zamanlar,
Hayali ile yasardim O'nun,
Simdi ise,
Gercegi ile...

...

 * Portakali soydum, basucuma koydum, ben bir gercek uydurdum... Duma duma dum, bendeki mum!